AKP’NİN SEÇİM BEYANNAMESİNDE KIBRIS KONUSU
- Tugay ULUÇEVİK
- Nov 9, 2024
- 6 min read
Tugay ULUÇEVİK, Emekli Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşar Yardımcısı.
12 Temmuz 2007
AKP’nin 22 Temmuz 2007 genel seçimi için yayınladığı “Seçim Beyannamesi’nin” Kıbrıs bölümünün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) olgusunun üzerine bina edilmiş olduğu görülmektedir. Beyannamede, diğer hususlar meyanında, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her alanda uluslararası etkinliğinin arttırılması ve Doğu Akdeniz’deki denge ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır” denilmektedir. İlk okuyuşta, bu ifade, yeniden AKP’den oluşan bir Hükûmetin işbaşına gelmesi halinde, Kıbrıs konusunda, KKTC’ni yok hükmünde kabul eden ve uluslararası camiaya KKTC’ni tanımama çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550(1984) sayılı kararlarının sonuçlarını ortadan kaldırmayı ve Kıbrıs’ta iki ayrı Devletin varlığı gerçeğinden hareket ederek Kıbrıs sorununa çözüm aramayı amaçlayan bir politika izleneceği vaadi olarak algılanabilir. Ancak, yine Beyannamede yer alan “geçen dönemde takip ettiğimiz dinamik Kıbrıs politikası ile Türkiye bir taraftan büyük bir psikolojik üstünlük kazanırken, diğer taraftan KKTC’nin uluslararası meşruiyetini ve etkinliğini arttırmıştır” şeklindeki ifade bizde başlangıçta oluşan iyimser algılamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü, bu değerlendirmenin gerçeklerle bağdaşır hiçbir yanı yoktur. Kıbrıs müzakere sürecinin tarihçesine bir göz atma fırsatı bulmuş olanlar bilirler ki, Kıbrıs’taki iki taraf arasında müzakere sürecinin 2 Haziran 1968 tarihinde Beyrut’ta başladığından bu yana inisiyatiflerin tamamına yakınını Kıbrıs Türk tarafından ve O’nu temsil etmiş bulunan Sayın Rauf Denktaş’tan gelmiştir. Türkiye bu açılımları desteklemiştir. Ancak bu politikalar, şimdiye kadar KKTC’ne “uluslararası meşruiyet ve etkinlik” kazandırabilmiş değildir. Çünkü, Batı camiası ve onun siyasî, ekonomik ve diplomatik etkisi altındaki uluslararası çevreler Kıbrıs Adasını esas itibariyle Yunanistan’ın bir parçası olarak görmekte ve Ada’da bir de ayrı bir Türk Devleti bulunması olgusunu içlerine sindirememektedir. Bugün AB üyeliğine ehil olma bakımından Türkiye’nin coğrafî konumu bile Avrupa’da tartışılırken ( Sarkozy’nin sözleri ), Türkiye’nin 60 km güneyinde ve Suriye’den sadece 90 km. mesafedeki Kıbrıs’ın coğrafî konumunun AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmamış olmasının sebebi budur. Yunanistan’ın da üye olduğu AB’ne Kıbrıs Rum kesiminin katılmasıyla ENOSIS’in AB potasında gerçekleşmesine bir adım mesafe kalmıştır. Şayet Türkiye AB’ne tam üye olmadan Kuzey Kıbrıs da AB’ne katılırsa ENOSIS gerçekleşmiş olacaktır. 1960’ta Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs’la ilgili olarak kurulmuş bulunan nazik stratejik denge ortadan kalkacaktır. Böyle bir sonucun Batı camiasını rahatsız eden bir yanı bulunmayacaktır. Rumlar reddederken Kıbrıs Türk Halkı’nın ANNAN Plânı’nı kabul etmesi; AKP iktidarının ANNAN Planı’nı aktif biçimde ve alenen desteklemekle kalmayıp müzakere süreci boyunca Türkiye’nin karşı taraftan daima bir adım önde olacağını BMGS’ne de peşinen açıklamış olması, tabiatıyla Kıbrıs ve AB üyeliği bahislerinde üzerine gelen baskıları bertaraf etmede Türkiye’yi bir ölçüde rahatlatmıştır. Ancak Kıbrıs sorununun siyasî çözümle gündemden çıkmasını sağlayamamıştır. Kıbrıs sorunu son birkaç yıl içinde daha da karmaşık nitelikler kazanarak devam etmektedir. Bu satırların yazarı tamamı Kıbrıs konusundaki görevlerle geçmiş olan meslek hayatı boyunca Türk tarafının olumlu yaklaşımlarının Türkiye ve KKTC’ne sağladığı geçici taktik yararları olayların içinde yaşamıştır. Ancak bu yararların etkileri daima kısa süreli olmuştur. 17 Ocak 1985 New York Zirvesi’nde BMGS Perez de Cuellar’ın taraflara sunduğu Anlaşma Taslağını Denktaş kabul etmiş, Kyprianou reddetmişti. BM Sekretaryası, belli başlı Devletler ve uluslararası basın Sayın Denktaş’ın devlet adamlığından övgülerle bahsedip, Rum Liderini ağır sözlerle eleştirmişlerdi. Aynı durum 1986’da da yaşanmıştı. Ama çok geçmeden yine çözüm yolunda adımların Türk tarafınca atılması gerektiği noktasına dönülmüş; Sayın Denktaş’ın Kıbrıs Türk Halkı’nın kurulacak devletin egemenliğine ortak olmasını istemesi ise çözümü engelleyen bir faktör olarak gösterilmişti.
Şurası bir gerçektir ki, ANNAN Plânı bir Andlaşma halinde yürürlüğe girebilseydi, “Kıbrıs Cumhuriyeti” iki eyaletli olarak devam ederken, KKTC’nin varlığı hukuken sona erecekti. Ortaya çıkacak olan yeni anayasal düzende Kıbrıs Türk Halkı egemenliğe de ortak olmayacaktı. Bu sebepledir ki bizatihî ANNAN Plânı’na dayalı bir Kıbrıs politikasının izlenmiş olması “KKTC’nin uluslararası meşruiyetinin ve etkinliğinin arttırıldığı” iddiasını dayanaktan yoksun kılmaktadır. BMGS Kofi Annan 24 Nisan 2004 Kıbrıs referandumundan sonra BM Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıs Türk Tarafı’nın Plân’a “evet” oyu vermiş olmasının sonuçlarını şu şekilde değerlendirmiştir: (Parag.87) “…Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983’te yaratmaya niyet ettikleri “devletin” tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir.” (Parag.88) “ Kıbrıslı Türkler 24 Nisan oylamasından sonra reddedilmiş hissedebilirlerse de onlar için en iyi yol yeniden birleşmeye arkalarını dönmek değil, bunu gerçekleştirmek için kararlılıklarını arttırmaktır. Onlar ve Türkiye için en akıllı hareket tarzı Rumlarla temas kurmak için her fırsattan yararlanmak ve uzlaşma için ellerinden gelen her şeyi yapmaktır. Kıbrıslı Türklerin uzlaşma ve yeniden birleşme yolundaki arzularına Bay Talât’ın ve Türk Hükûmeti’nin saygı gösterdiklerini ve politikalarını buna göre yönlendireceklerini açıkça ortaya koymuş olmalarından cesaret almış bulunuyorum.” (Parag.90) “ Tanıma ve ayrılmağa yardım etme BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki ( tanıma ) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder.” KKTC Liderliği ve Türk Hükûmeti BMGS’nin raporundaki bu değerlendirmelere itiraz etmiş değillerdir.
2003 AB’ne Katılım Antlaşması’nın 10 numaralı Protokolü’ne göre “Kıbrıs” bütün olarak AB’ne tam üye kabul edilmiştir. Bununla beraber, AB’nin resmî kaynaklarında yer alan ifadeyle “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti’nin fiilî kontrolü altında bulunmayan Ada’nın kuzey bölümünde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır. Bunun anlamı, diğer hususlar meyanında, bu bölgelerin AB’nin gümrük ve mâlî yetki alanının dışında kaldığıdır. Müktesebatın askıya alınmış olması yalnızca toprak bakımından sonuç doğurmakta olup, AB üyesi bir Devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak kabul edildikleri için aynı zamanda AB vatandaşı olan Kıbrıslı Türklerin kişisel haklarını etkilememektedir.” 24 Nisan 2004 referandumundan sonra Türk kamuoyuna “AB’nin KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması yönünde adımlar atmayı vaat ettiği” şeklinde takdim edilen AB Konseyi’nin 26 Nisan 2004 açıklamasında, aslında “Konsey’in Kıbrıs Türk Toplumunun tecrit edilmişliğini sona erdirmeğe ve Kıbrıs Türk Toplumunun ekonomik kalkınmasını teşvik etmek suretiyle Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmağa kararlı olduğu” ifade edilmiştir. Yani KKTC üzerindeki siyasî, diplomatik ve ekonomik ambargoların kaldırılması hiçbir şekilde söz konusu edilmemiştir. AB’nin “Yeşil Hat Tüzüğü’ne” dayanak teşkil eden anlayış da böyledir. Görüleceği üzere AB bakımından da KKTC’nin “uluslararası meşruiyetini ve etkinliğini arttıran” bir sonuç alınmış değildir. ANNAN Plânı’nı dünyaya meydan okurcasına reddederek AB üyesi olan sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” Kıbrıslı Türklerin spor faaliyetlerini dahi engelleyebilmektedir. Son olarak Çetinkaya – Luton Town (İngiltere) futbol maçını Kıbrıs Rum Yönetiminin son dakikada iptal ettirmeği başarabilmiş olması da, Kıbrıs konusunda AB destekli olarak oynanmakta olan oyunları net biçimde ortaya koymaktadır.
AKP’nin seçim Beyannamesinde, son dönem içinde “KKTC’nin uluslararası temaslarında ciddi bir artış gözlenmiştir…Daha önce KKTC Cumhurbaşkanı sadece BM yetkilileriyle görüşebilirken izlediğimiz politikalar neticesinde ilk defa Pakistan Cumhurbaşkanı’nın resmî davetlisi olarak bu ülkeyi ziyaret etmiştir” denilmektedir. Bunun gerçekten böyle olması Türk halkını sadece mutlu eder. Şayet Sayın Talât Pakistan’da resmen “KKTC Cumhurbaşkanı” unvanıyla kabul görmüşse bu Türkiye’nin ender gerçek dostlarından olan Pakistan’ın Kıbrıs Türk halkına olan kardeşçe yaklaşımının yeni bir tezahürünü oluşturur. Bu satırların yazarı, KKTC Dışişleri Bakanı’nın 1993 yılında İslamabad’da diplomatik yönden tanınmış devletlerin bakanlarına uygulanan protokol dahilinde ağırlandığına tanıklık etmiştir. Tahsis edilen otomobile KKTC bayrağı takılmıştır. KKTC’nin Birinci Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş da uzun yıllar çeşitli Devletleri resmî davet üzerine ziyaret etmiştir. Ziyaret edilen ülkeler arasında Japonya, Malezya, Endonezya, Singapur, Mısır, Libya, Pakistan, Bangladeş, Almanya, ABD, İngiltere yazarınızın hafızasında kalanlardır. Sayın Rauf Denktaş’ın Callaghan, Kissinger, Margaret Thatcher, Baker, İran Şahı, Ürdün’ün eski Kralı Hüseyin gibi yabancı devlet adamlarıyla makamlarında görüştüğü de hatırlanmaktadır. Yazarınızın Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak görev yaptığı dönemde Sayın Rauf Denktaş Almanya Dışişleri Bakanı Joskha Fischer’in resmî daveti üzerine Almanya’yı ziyaret etmiştir. Denktaş ve Fischer 11 Şubat 2000 tarihinde resmî heyetler halinde görüşme yapmışlardır. Şurası bir gerçektir ki ne Sayın Denktaş’ın yapmış, ne de şimdi Sayın Mehmet Ali Talât’ın yapmakta olduğu dış temaslar Kıbrıs Adasında varlığı bir olgu olan KKTC’nin diplomatik tanınmasını bu vakte kadar sağlayabilmiştir. KKTC Liderlerini ziyaret için kabul eden Devletler, kendileriyle KKTC’deki resmî sıfatlarıyla görüşmeyeceklerini her defasında bazen açık, bazen diplomatik bir dille önceden belli etmektedirler. Sayın Talât’ın yapmakta olduğu ziyaretlerde de durumun böyle olduğunu basından takip etmekteyiz. Ne yazıktır ki, Kıbrıslı Rumlar reddederken ANNAN Plânı’nı kabul etmiş olan Kıbrıs Türk Halkı şimdi de verdikleri “kabul” oyu yüzünden cezalandırılmaktadır. Çünkü, başta BMGS olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen Devletler Kıbrıs Türk Halkının ANNAN Plânı için verdiği “kabul” oyunu KKTC’nin tanınmasını isteme hakkında feragat olarak yorumlamışlar ve Kıbrıs sorunun çözümü için tek seçeneğin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temelinde yeniden birleşme olduğu saplantısından kendilerini kurtaramamışlardır.
Dileğimiz, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği istikametinde kararlı fakat vakur biçimde yürünürken, diğer yandan Kıbrıs sorununun Ada’daki gerçeklerin temelinde yaşayabilir siyasî bir çözüme ulaştırılmasını mümkün kılacak politikaların üretilip uygulanmasıdır. ANNAN Plânı üzerindeki son tecrübe de göstermiştir ki, Türkiye’nin “biz Kıbrıs sorununun çözümünü istiyoruz” şeklindeki yaklaşımı sorunun çözümü için yeterli değildir. Hattâ böyle tek taraflı bir yaklaşım karşı tarafın yanlış algılamasına yol açarak çözümü engelleyebilmektedir. Çünkü, karşı tarafın “çözümü o kadar çok istiyorsanız, o zaman bizim taleplerimizin tümünü karşılamalısınız” tarzında bir tutum takınmasına sebep olmaktadır. Dileriz bu son tecrübe Türkiye’de “Kıbrıs sorunu ille de çözülmelidir ve Türkiye bu sorunu çözmelidir” görüşünü taşıyanlar ve sorunu tek başına Türkiye’nin çözebileceğine inanmış olanlar için öğretici olmuştur. Siyasetin sorunları çözme sanatı olduğu doğrudur, ama, ne pahasına olursa olsun çözmek bir sanat değil, sadece teslimiyettir. Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Rum ve Yunan ortaklığı da Kıbrıs’taki gerçeklere uygun bir çözüm isteyince ve uluslararası konjonktür böyle bir çözüme müsait olunca çözülebilecektir. Ulusal nitelikteki davaların ulusal çıkarlar ve hedefler doğrultusunda yürütülmesinde “külfet” duygusuna ve düşüncesine yer olmadığını kaydetmeğe de lüzum yoktur.
(Cumhuriyet Gazetesi’nde 18 Temmuz 2007 tarihinde yayınlandı, s. 2)
Comments